TEKNO/İNSAN: Zamanın Nabzında Yeni Bir Beden

“Her makine biraz insandır; çünkü ona ruhumuzu ödünç veririz.” — Isaac Asimov

İnsanlık, ilk çakmak taşını eline aldığından beri kendi bedeninin sınırlarını genişletmeye çalışıyor. Bir sopa, kolu uzatıyor; bir tekerlek, adımı hızlandırıyor; bir ekran, gözün göremediğini görünür kılıyor. Teknoloji, aslında insanın kendi eksiklerini tamamlamak için kurduğu bir yankı odasıdır. Fakat bugün geldiğimiz noktada, bu odanın duvarları büyüdü, kalınlaştı ve sesler artık sadece bize ait değil. Yeni bir varoluş eşiğindeyiz: Tekno/İnsan.

Bu yeni varlık ne tek başına insan ne de tek başına makine. İkisi arasındaki geçirgen zar —silikon ve deri, veri ve duygu, algoritma ve sezgi arasında ince bir perde— her geçen gün daha saydam hâle geliyor. Artık biz, telefonlarımızın titreşiminde kalbimizin atışını, sosyal medya akışında anılarımızın ritmini, yapay zekâ modellerinde kararlarımızın gölgesini görüyoruz. Nesneler, ihtiyaçlarımızı sezerek bize yaklaşırken; biz de giderek dijital benliklerimizin ritmine göre şekilleniyoruz.

Tekno/İnsan burada başlıyor: Arayüzlerde değil, arada. Parmak izimizle kilit açtığımız kapılarda, yüzümüzü tanıyan ekranlarda, beyin dalgalarımızı okuyan cihazlarda. Teknoloji artık elimizin bir uzantısı değil; benliğimizin bir yorumcusu, hatta kimi zaman yönlendiricisi.

Fakat bu dönüşüm yalnızca bir ilerleme hikâyesi mi? Yoksa insana dair bazı temel soruları yeniden sorabilmemiz için bir fırsat mı?

Mesela:
Kendimizi ne kadar biliyoruz?
Bir uygulama bizim uyku kalitemizi ölçerken, biz kendi uykusuzluklarımızın nedenlerini hâlâ bilmiyor olabiliriz. Akıllı saat kalp ritmimizi raporlarken, belki de kalbimizin incinmesini dile dökmekte zorlanıyoruz. Veri arttıkça sezgi azalıyor mu? Yoksa sezgiyi daha görünür kılan yeni bir alan mı doğuyor?

Ya da:
Özgürlük nerededir?
Algoritma, “Sen bunu seversin” derken, gerçekten sevdiğimiz şeyi mi buluyor, yoksa bizi yönlendiriyor mu? Tekno/İnsan, kendi tercihleriyle mi var olur, yoksa yapay zekâ tarafından önceden hazırlanmış patikalarda mı yürür? Özgürlük bir tıklamanın ardında mı saklıdır, yoksa o tıklamadan önceki tereddütte mi?

Bir de beden meselesi var. İnsan bedeni artık sadece biyolojik bir kabuk değil; QR kodlar, şifreler, biyometrik izlerle tanımlanan bir veri organizması. Bedenimiz, hem bizden bağımsız işleyen sistemlere anahtar oluyor hem de bizi dijital bir hafızanın içine gömüyor. Hareketsiz kalmamızı engelleyen bildirimler, uyku döngümüzü düzenleyen uygulamalar, kalori hesaplayan ekranlar… Bedenimize kendi dışımızdan gelen bir ritim dayatılıyor. Yine de bu ritim, belki de modern dünyanın hızını anlamak için yeni bir dil sunuyor.

Tekno/İnsan’ın trajedisi de umudu da burada saklı:
Makine bizi dönüştürürken, biz de makineyi dönüştürüyoruz.

Bir robotun eline insan sıcaklığı vermeye çalışırken, kendi soğuyan yanlarımızı fark ediyoruz. Dijital çağın karmaşasında, empati eksikliği, dikkat kaybı, yalnızlık gibi duygular daha görünür hâle geliyor. Fakat aynı teknoloji, uzakları yakınlaştırıyor, sessizleri konuşturuyor, unutulmuş hikâyelere yeni yollar açıyor.

Belki de Tekno/İnsan, ne kaybedilen insanlığın ağıtı ne de kusursuz bir gelecek vizyonu. O, tam anlamıyla Araf bir benlik: hem analog hem dijital, hem kırılgan hem sonsuz, hem bedensel hem algoritmik bir yapı olarak duruyor.

Ve belki de insanlığın yeni sorusu tam olarak şu:
Bu birleşimde kendimizin en hakiki hâlini bulabilir miyiz? Yoksa kendimizi çoğaltırken mi kaybedeceğiz?

Bugünün cevabı belli değil. Fakat bir şey kesin:
İnsan, tarih boyunca her teknolojiyi kendine benzetti. Şimdi sıra, kendini teknolojiye benzetecek kadar cesur olup olmadığına gelmiş durumda.

Tekno/İnsan, işte bu cesaretin eşiğinde duruyor:
Bir ayağı geçmişin topraklarında, diğer ayağı geleceğin ışığında.
Ve belki de tam bu yüzden, en çok bugün insanız. Uzun bir yankı olarak dinlediğimiz şarkıların ne kadarı bize ait olacak, biz ne kadar o şarkılara ait olacağız bunu zaman ve insan gösterecek elbette.